28 Nisan 2014 Pazartesi

Bir güzel film daha...


Bir film fragmanının bu kadar duygu yüklü olacağına imkan veremezdim daha önce. Birkaç ufak ve sakin duyguya dokunsa da, ilk izlendiğinde bu denli kıpırdatmaz insanın ruhunu. Ancak içerikteki duygular ve olaylar mıdır yahut başka bir sebebi var mıdır bunun, bilmiyorum. Lâkin yalnızca izleyici gözüyle izlenip dinlenildiğinde bile büyük şeyler hissettireceği aşikâr...

Bir zaman öncesine kadar gereksiz hatıralardan ve ansızın akla gelen anılardan dolayı canımı yaktıysa da, yine de kopamadım bu güzel duygulardan, bu güzel fragmandan. Bu güzel anlatıştan, bu güzel kelimelerden alamadım kendimi. Bir de Aslı Tandoğan'ın sesinden tabii...

Filme gelecek olursak şayet, izlediğim en başarılı Türk filmlerinden biriydi. Neden en başarılıydı peki? Çünkü alışılagelmiş bir olay örgüsü, baştan savma ve sürekli karşılaşılabilecek bir senaryoya sahip değildi, Kendime İyi Bak... Bir aşk filminden beklenileni karşılayamamış olabilir, evet. Ancak başından sonuna kadar merak ettirmesinden ziyade, sonunda da ağızları açık bıraktı kuşkusuz... Basit gibi görünse de film izlendiğinde, derinine inildiğinde o kadar yoğun bir yapım olduğunun mesajını veriyor ki, sonradan anlaşılıyor bu.

 Gidilmesi gerekir, vakit kaybetmeden...  


Nihayetinde kafada bir yaşanmışlık bırakmadan, tarafsızca dinlemek en güzelini hissettiriyormuş insana, en  temizini...

Buyrun deneyelim:


"Sevgilim,
Nasıl isterdim bilemezsin, şu an yanında olup her şeyi sana anlatmayı
Ve defalarca özür dilemeyi.
Ne kadar oldu ben gideli, bilmiyorum.
Kim bilir ne kadar bensiz bıraktım seni?
Sensiz kalmanın yarısı kadar zorsa bensizlik,
Beni ömür boyu affetmesen yeridir.
Ama yine de hep diledim affetmeni.

Anlatabilmemin bir yolu olsaydı, inan denerdim.
Cevapsız bırakmazdım.
Ama bir yol bulamadım buna.
Tek bildiğim, yanında kalsaydım; daha kolay olmayacaktı...
Bana sordun ya: "Gitmeye cesaretin var mı?" diye...
Kalmaya cesaretim olsaydı, bir an olsun ayırmazdım  yanağımı göğsünden...
Göğsün, cennetin provasıydı işte.

Kapatma kapılarını.
İlk defa aşık oluyormuş gibi sev.
Biliyorum, sevmek kolay herkes için.
Ama hiç yaralanmamış gibi sevmek ne kadar zor aslında.
Ne kıyas, ne kin, ne beklenti olsun hayatında.
Aklının köşesinde olmak değil niyetim, sadece gülümse arada,
Benim köşem orada gizli çünkü...

Kendime iyi bak."

19 Nisan 2014 Cumartesi

Kaptan'a bin selam...


Kelimelerin anlamlandıramayacağı bazı şeylerden bahsedersiniz siz. Muhakkak Attilâ İlhan okumazsınız. Yaşamazsınız satırlarında binbir farklı senaryoyu, onlarca farklı yaşanmışlığı...

Anlayın dostlar. Şiirlere gösteremediğiniz müsamahayı, kulaklarınızı dört hatta sekiz açarak gösterin. Hissedin dizeleri. Sesinde savrulun üstadın. Poitierslı kızı getirin gözlerinizin önüne. Hatta aşık olun ona. Bu duygulara saygısızlık etmeyin. Sidney Bichet ve caz dediği anda, tüm enstrümanlar çınlasın kulaklarınızda. Kendinizi müziğin ve cümlelerin akışına bırakın. Kaptan'a bırakın ruhunuzu...

Ben aşığım Poitierslı kıza. Üstelik Viyana Kahve'sinde otururken, o giriyor zihnimin çetrefiline. Kaptan yanımda durup bizi izliyor. Attilâ İlhan'ı böyle yaşıyorum.

Beklemeyin dostlar. Basın "oynat" tuşuna, kapatın gözlerinizi. Kaptan ile on yedi dakikalık Avrupa Turu'na evet deyin. Sesiyle yolculuğa çıkarsın sizleri. Dizeleriyle, anlatımıyla koşun Paris ve Bordeaux sokaklarında. Elinizde hangi içki varsa kaldırın şerefine! Yad edin üstadı. O anlatsın, siz hissedin. Su ise içtiğiniz, onun yazmaktan usanan ellerine dökün, okumaktan kuruyan diline serpiştirin. Buruşmuş yanaklarını elleriniz arasına alıp onu alnından öpün. Çünkü anlattığını yaşatan şairler artık gelmiyor.

Ellerinden, gözlerinden öperim üstad!
Ruhu şad olsun...

Kaptan serisinin ilki:

 I.

eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum

geceyarısını yaşamaktan yorgunum

ayazın avucunda unutmuştun ellerini
önünden geçtiğim halde beni tanımadın
ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
şiirlerim külrengi kumrular gibi uçuyorlar
bakır çalığı göklere katiyyen tahammülüm yok
hele paris’in gökleri aklımı başımdan alıyor
bana seni senden evvelki poitiers’li kızı hatırlatıyor

ayazın avucunda unutmuştun ellerini

karanlığın arkasında kıvılcım gözlü orospular
gölgelerine yaslanmış evliya gibi bekliyorlar

ışıklar kırmızı yandığı zaman duracaksın

ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
soğuk gözlerinde buğulanmıştı ölsen tanıyamazdın
hâttâ ricardo bile hani vatansız ricardo
burnumun dibinden geçti geçen gün beni tanıyamadı
oysa au vieux châtelet’de akşam sabah beraberdik
üçümüz viyana kahvesi ve sıcak rom içerdik
üstelik o krapfen severdi güzel olurmuş rivayet
neden ve nasıl sevdiğini anlayamadım gitti

yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim

montmartre metrosu civarında seni gözden kaybettim
o zenci yine arkanda mıydı hiç dikkat etmedim
ağzında yoksul bir ıslık ıslak bir cıgara gibi
sidney bichet’nin caz havalarını çiğneyip tüküren
o saklasın varsın seni sevdiğini biliyorum ben
yüzünün renginden geliyor bütün üzüntüsü

bir gazete aldım ama evde okuyacağım

kahvelerden birine girip bir grog ısmarlasam
seni öldürmek için çareler tasarlasam
sükût bembeyaz buz tutsa bıyıklarımda
mağrur bir totem gibi sussam konuşmasam
ve türküm kaybolsa sessizliğin hırçın türküsü
ve ben unutulsam yazdığım şiirler
senin için yazdıklarım herkes için yazdıklarım
eski padişahlar gibi unutulsa birer birer
ve ben seni unutsam hiç hatırlamasam hiç mi hiç
ihanetini hatırlamasam şehvetini hatırlamasam
ellerim oldum olasıya seni unutsalar

yarı gecenin içinden bir zenci süt beyaz bakıyor
rue lafayette’de dünden bugüne geçiyorum

eflâtun gözlerini bir grog kadehinde unuttum



                                                     Attilâ İlhan

16 Nisan 2014 Çarşamba

Kaçamayan insanoğullarına...

Halihazırdaki hayatından ve düzeninden tiksinen, onu eksik gören ve yadsıyan insanların içinde olduğumuz bir dönem kucaklıyor bizi. Gerek pesimistlik, gerekse geçmişteki sanrılar biz de dahil herkesin diline yama yapmış durumda. "Ne yapılmalı?" diye soracaklar varsa şayet aramızda, uzaklaşmaktır bizzat tek çare. Her şeyi eskimiş ufak bir torbaya koyduktan sonra ağzını büzüp, köşeye fırlatmaktan geçer çözümün en doğru yolu. Çünkü herkesin geçmişinde kaçamadığı, kurtuldum dese de kurtulamadığı bir çukur vardır elbette. "Kurtuldum, artık çıktım!" nidaları atılsa da, çukurun en dibindeki yere ebadımızca kalıp dokuduğumuz aşikardır, bilmek istemesek de. İnsan geçmişinden kaçabilse de zaman zaman, alışılagelmiş olan şey yırtar geçer tüm hissiyatları. Sağdaki yol bir kere doğru yere çıkarmışsa savaştan çıkmış gibi hissedilen yorgun bedeni, soldaki yol göz bir yerde dursun, tüm bedenle bile görülmesi imkansız bir hal alır. Nitekim soldaki yol mutluluk koksa da buram buram, burun denen organ, en zayıf performansını gösterir bu anda. Çünkü alışılmış olan şey bencilce bir savaşın; hatta bir iç savaşın yıkıntılarıdır mutluluğun ilk sapağında. Çabalasak da çabalamasak da kutsal bir mabed gibi ne dokundurur etrafına, etraflıca; ne de tek bir söz söyletir gidişatına, tutarsızca. Yol yakın dostlar, bir an önce uzaklaşmaya bakın.

İnsan, mazoşist savaşımların bir neferi, ne yazık ki. Bilimsel araştırmalar kadar, koca bir yaşanmışlık da destekliyor bu tezi. Lakin yine aynı tezi üretecek olan da insanın kendisi, çürütecek olan da. Madem ki iyi anılar geliyor, kötü anılardan önce akla; o zaman şu meşhur torbaya kötü anıları tıkıştırmak en iyi yöntem gibi duruyor. Hem kötü anlar, kötü anılar yahut kötü hadiseler olmazsa, insana malzeme kalır mı kendini üzmesi için? Kalmaz elbette. İşte bu yüzden, o torba insanın iki elinin arasında. Ellerine baksa da, bakmasa da...

En nihayetinde dostlar, savaşmayı öğrendikten sonra; yenilmeyi de bilmeli insan. Çünkü yenilmek yetisi yetişmişse vücudun herhangi bir mağarasında, yenilmek yenilmek olarak kalmaz; çıta yükselttirir git gide uzanan zamanda. Olgunluk ağacının meyvesini verir hatta en güzel dalından. Yesen de yemesen de meyve kalır orada. Zira ben, neyin kafasını yaşayarak yazdığımı bilmediğim bu anlamsız paragraflarda uzaklaşmaktan bahsetecektim. Sözümü tutayım. Kolunuzdan kim kavrarsa kavrasın, kalbinizi etkileyip sizi düşündüren, "Gitme!" diyen o ses her kimin olursa olsun, vücudunuzda ne kadar az güç kalırsa kalsın; bilin adımlarınızı en aykırı yere doğru zaptiyelemeyi. Sabitleyin  beyninize bazı zamanlarda kaçmak eyleminin korkaklık değil kafa dinlemek olduğunu. Çünkü insan ancak kendiyle baş başa kaldığında mutlu olur. Bir mağara yaratın göğüs kafesinizin dışına. Yalnızca zihninizi dahil edip bir tek siz kalın orada. Ve bağırın bağırabildiğinizce uzaklara, çok uzaklara... Ancak ve ancak ses yansırsa, yüzünüze yansısın. Ayağınız kayarsa, savaşmak konusunda yetersiz kalırsanız, soluğunuz az gelirse bedeninize ve eğer mecaliniz olmazsa doğrulmaya; bakmayın etrafınıza. Gücünüzü yine kendinizden alın. Ve korkmayın.

Sonunda, duygularınızla yahut düşüncelerinizle yapacağınız bir şey kalmadığında, kaçın kaçabildiğiniz kadar uzağa. Çünkü çoğullukta aradığınız o mutluluk, kimi zaman yoksunlukta. Yoksun kalın, kendinizle kalın. Ama gerçekten yalnız kalın! Ve biraz da hoşça kalın...

Attilâ İlhan'ın İstanbul'u...

Aşık olduğum şehrin, İstanbul'un, dizelerdeki halleri var bir de... İnanın daha çok aşık olası geliyor insanın. Bu benim tutkumdan mıdır, herkesteki kalıbı mıdır muallak ancak bilhassa Attilâ İlhan'ın bahsettiği ve betimlediği İstanbul, kalbimin ve zihnimin en güzel yerinde yer etmiştir kuşkusuz. Misal "Sirkeci Garı'nda sabahladık, bilen bilmeyen bizi ayıpladı..." derken Sirkeci Garı öyle bir hazne oluşturuyor ki ruhumda, o an orada olup, üçüncü şahsın gözleriyle anlatılanları izleyebilmeyi istiyorum. İstiyorum ancak olmuyor, dizelerde yaşayabiliyoruz yalnızca. Bu da bizim jenerasyonumuzdan kaynaklı olsa gerek...

Anlatımın içinde İstanbul'u görmenin mutluluğu ise tamamen tutkumdan ibaret. "Cumhuriyet Bahçesi'nde insanlar geziyordu, Tepebaşı'ndaki küçük Yahudiler, Asmalımescit'teki Rum kemancı..." dendiği anda bir ampul yanıyor kafamda ve Beyoğlu hissiyatı kaplıyor bedenimi. Kısa bir zaman önce Asmalımescit'ten geçerken gözlerim Attilâ İlhan'ı aradı. Rum kemancıyı elinde sigarasıyla, başı eğik bir şekilde dinlediği sırada göreceğimi sandım onu. Yanılmışım. Ancak bu tatlı hissiyat bile yetti tebessüm etmeme, mutluluk hormonlarımın salgılanmasına. İstanbul bir büyü, İstanbul bir masal; bir rüya. Tam içinde hissediyorum kendimi. Ve hiç çıkmamayı diliyorum.

Bir şiiri var üstadın. Sitemli bir İstanbul yakarışı. Gelin, onun kalemindeki tatlı İstanbul ne anlam ifade etmiş kendisine, görelim:

"kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kaynarken
şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen
eğer yine İstanbul'san
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim

pancak pancak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine İstanbul'san
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
sirkeci garı'nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp
intihar dumanlari içindeki haydarpaşa'dan
anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlayan
sen eğer yine İstanbul'san
aldanmıyorsam
yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine senin emrindeyim
utanmasam
gozlerimi damla damla kadehime damlatarak
kendimi yani şu bildigim attila ilhan'i
zehirleyebilirim

sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
imtihan çığlıkları yükseliyor üniversite'den
tophane iskelesi'nde diesel kamyonları sarhoş
direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler
uykusuz dalgalanıyor

ulan İstanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki İstanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın
çaresiz zehirle kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin

eğer sen yine İstanbul'san
yanılmıyorsam
koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine
satır satır okumak istediğim
sen
eğer yine İstanbul'san
eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim

ulan yine sen kazandın İstanbul
sen kazandın ben yenildim
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim
ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
yanılmıyorsam
sen eğer yine İstanbul'san
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir

ulan bunu sen de bilirsin İstanbul
kaç kere yazdım kimbilir
kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 eylül'ünde birader mırc ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık"


Attilâ İlhan

3 Aralık 2013 Salı

Living on My Own

Sabahtan beri dilimde. Düşüremiyorum. Mercury'nin sesi farklı bir izlenim bırakır hep bilinçaltımda. Sürekli bulutların üstünde hissederim kendimi. Ruhu şad olsun...

20 Eylül 2013 Cuma

Öğrendim ki...

Cumhuriyet Dönemi'nin en usta ve en uçuk şairlerinden biri olan Ataol Behramoğlu, öyle bir dile getiriyor ki öğrendiklerini... Kaale almamak ve kendini bulmamak her dizede, mümkün değil vesselam...

#

ÖĞRENDİM Kİ

Şiire Yorum Yapın
Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.


Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir şey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki...
Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar
Daha uzun yol yürüyor.


Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar,
iki saat içinde,
senin hayatını değiştirir.

Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Öğrendim ki...
Duvarda asılı diplomalar
İnsanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.

Öğrendim ki...
Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin
nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!

Öğrendim ki...
Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok,
Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki...
Aile hep insanın yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil.

Öğrendim ki...
Ne kadar yakın olursa olsunlar
En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir.
Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.
Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın
Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki...
Şartlar ve olaylar,
Kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.
Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki...
İki kişi münakaşa ediyorsa,
Bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.
Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki...
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki...
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.
Yazar : ATAOL BEHRAMOĞLU

25 Şubat 2013 Pazartesi

Ben kimim? Sen kimsin?


Şu iki cümle yahut şu iki soru çok şey ifade ediyor zannımca. Sık sık tekrarlanması gereken, insanın nefsine ve ayna karşısındaki yansımasına soracağı en önemli sorudur. Neden mi? Bazen kendimizden bihaber farklı eylemlerin altına giriyor, sonunda pişman olabileceğimiz davranışlar içine bulunuyor ve elbet, öncesinde de bilindiği gibi pişman oluyoruz. Ön yargılı, yaftalı, tutarsız düşünüyoruz.
Ne yanlış...

Bir anlık sinirle insanları kırarak, Hümanizm denen büyük bir değeri ezip geçtiğimizi ve karşımızdaki insanda büyüklü küçüklü yıkımlar yarattığımızı da unutmamalıyız vesselam. Bu kadar hafife almamalıyız insani değerleri. Yok saymamalıyız. Dünyada, bizzat Türkiye'de bu denli Faşist, bu denli insanlık dışı ve bu denli egoist insanlar varken ve insanı önemseyen, insani değerleri umur çerçevesine alan birçok insanoğlu; en azından kendi üzerinden başlayarak bu yanlış gidişe dur demeli.
Aksi, büyük bir uçurumdur nihayetinde...

Kısa ve özdür tema. Ne kıralım attığı her saniye kutsal olan kalpleri, ne kırılmasına izin verelim bizi her saniye bir kademe ileri götüren kıymetli kalbimizi....
Hırsa gölüne değil hoşgörü okyanusuna düşelim, varsın yüzme bilmeyelim.
Atmaya çalıştığımız her bir kulaç, bir takdir olarak dönecektir bize; ahir ömrümüzde...

Sevgi, ve hoşgörüyle...