16 Nisan 2014 Çarşamba

Kaçamayan insanoğullarına...

Halihazırdaki hayatından ve düzeninden tiksinen, onu eksik gören ve yadsıyan insanların içinde olduğumuz bir dönem kucaklıyor bizi. Gerek pesimistlik, gerekse geçmişteki sanrılar biz de dahil herkesin diline yama yapmış durumda. "Ne yapılmalı?" diye soracaklar varsa şayet aramızda, uzaklaşmaktır bizzat tek çare. Her şeyi eskimiş ufak bir torbaya koyduktan sonra ağzını büzüp, köşeye fırlatmaktan geçer çözümün en doğru yolu. Çünkü herkesin geçmişinde kaçamadığı, kurtuldum dese de kurtulamadığı bir çukur vardır elbette. "Kurtuldum, artık çıktım!" nidaları atılsa da, çukurun en dibindeki yere ebadımızca kalıp dokuduğumuz aşikardır, bilmek istemesek de. İnsan geçmişinden kaçabilse de zaman zaman, alışılagelmiş olan şey yırtar geçer tüm hissiyatları. Sağdaki yol bir kere doğru yere çıkarmışsa savaştan çıkmış gibi hissedilen yorgun bedeni, soldaki yol göz bir yerde dursun, tüm bedenle bile görülmesi imkansız bir hal alır. Nitekim soldaki yol mutluluk koksa da buram buram, burun denen organ, en zayıf performansını gösterir bu anda. Çünkü alışılmış olan şey bencilce bir savaşın; hatta bir iç savaşın yıkıntılarıdır mutluluğun ilk sapağında. Çabalasak da çabalamasak da kutsal bir mabed gibi ne dokundurur etrafına, etraflıca; ne de tek bir söz söyletir gidişatına, tutarsızca. Yol yakın dostlar, bir an önce uzaklaşmaya bakın.

İnsan, mazoşist savaşımların bir neferi, ne yazık ki. Bilimsel araştırmalar kadar, koca bir yaşanmışlık da destekliyor bu tezi. Lakin yine aynı tezi üretecek olan da insanın kendisi, çürütecek olan da. Madem ki iyi anılar geliyor, kötü anılardan önce akla; o zaman şu meşhur torbaya kötü anıları tıkıştırmak en iyi yöntem gibi duruyor. Hem kötü anlar, kötü anılar yahut kötü hadiseler olmazsa, insana malzeme kalır mı kendini üzmesi için? Kalmaz elbette. İşte bu yüzden, o torba insanın iki elinin arasında. Ellerine baksa da, bakmasa da...

En nihayetinde dostlar, savaşmayı öğrendikten sonra; yenilmeyi de bilmeli insan. Çünkü yenilmek yetisi yetişmişse vücudun herhangi bir mağarasında, yenilmek yenilmek olarak kalmaz; çıta yükselttirir git gide uzanan zamanda. Olgunluk ağacının meyvesini verir hatta en güzel dalından. Yesen de yemesen de meyve kalır orada. Zira ben, neyin kafasını yaşayarak yazdığımı bilmediğim bu anlamsız paragraflarda uzaklaşmaktan bahsetecektim. Sözümü tutayım. Kolunuzdan kim kavrarsa kavrasın, kalbinizi etkileyip sizi düşündüren, "Gitme!" diyen o ses her kimin olursa olsun, vücudunuzda ne kadar az güç kalırsa kalsın; bilin adımlarınızı en aykırı yere doğru zaptiyelemeyi. Sabitleyin  beyninize bazı zamanlarda kaçmak eyleminin korkaklık değil kafa dinlemek olduğunu. Çünkü insan ancak kendiyle baş başa kaldığında mutlu olur. Bir mağara yaratın göğüs kafesinizin dışına. Yalnızca zihninizi dahil edip bir tek siz kalın orada. Ve bağırın bağırabildiğinizce uzaklara, çok uzaklara... Ancak ve ancak ses yansırsa, yüzünüze yansısın. Ayağınız kayarsa, savaşmak konusunda yetersiz kalırsanız, soluğunuz az gelirse bedeninize ve eğer mecaliniz olmazsa doğrulmaya; bakmayın etrafınıza. Gücünüzü yine kendinizden alın. Ve korkmayın.

Sonunda, duygularınızla yahut düşüncelerinizle yapacağınız bir şey kalmadığında, kaçın kaçabildiğiniz kadar uzağa. Çünkü çoğullukta aradığınız o mutluluk, kimi zaman yoksunlukta. Yoksun kalın, kendinizle kalın. Ama gerçekten yalnız kalın! Ve biraz da hoşça kalın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder